22 Şubat 2012 Çarşamba

DEST

Ma dest berı xü sare
Ma çıy çınay çıkare.
Inkey ma umey ware
Wared ma bıg ‘etare.

Mahsum Dinc

27 Aralık 2011 Salı

MERHUM MEHMED AKİF ERSOY'UN IRKÇILIK HAKKINDAKİ ŞAHANE ŞİİRİ

MERHUM MEHMED AKİF ERSOY'UN IRKÇILIK HAKKINDAKİ ŞAHANE ŞİİRİ


İşte ey unsur-i isyan, bu elim izmihlal,
Seni tahrik eden üç beş alığın marifeti!
Ya neden beklemiyordun bu rezil akibeti?
Hani milliyyetin İslam idi… Kavmiyet ne!
Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyetine.
‘’Arnavutluk’’ ne demek? Var mı şeriatta yeri?
Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri!
Arabın Türke; Lazın Çerkeze yahut Kürde;
Acemin Çinliye rüchanı mı varmış? Nerde!
Müslümanlık’da anasır mı olurmuş? Ne gezer!
Fikr-i kavmiyeti, tel’in ediyor Peygamber.
En büyük düşmanıdır ruh-i Nebi tefrikanın;
Adı batsın onu İslam’a sokan kaltabanın!
Şu senin akibetin bin bu kadar yıl evvel,
Sana söylenmiş iken doğru mudur şimdi cedel?
Artık ey millet-i merhume, sabah oldu uyan’
Sana az geldi ezanlar diye, ötsün mü bu çan?
Ne Araplık, ne de Türklük kalacak aç gözünü!
Dinle Peygamber-i Zişan’ın İlahi sözünü

Veriniz baş başa; zira sonu hüsran-ı mübin:
Ne hükümet kalıyor ortada billahi, ne din!
‘’Medeniyyet!’’ size çoktan beridir diş biliyor;
Evvela parçalamak, sonra da yutmak diliyor.
Arnavutlar size ibret olacakken, hala,
Ne bu şuride siyaset, ne bu fasid dava?
Görmüyor gittiği yanlış yolu, zannım, çoğunuz…
Size rehberlik eden haydudu artık kovunuz!
Bunu benden duyunuz, ben ki, evet, Arnavudum…
Başka bir şey diyemem… İşte perişan yurdum!..


Mehmet Akif Ersoy, Safahat, Zaman Yayınları, 1. Cilt, sayfa: 396–398

25 Aralık 2011 Pazar

IRKÇILIK/MENFi MİLLİYETÇİLİK

Bizim Kürt Irkçıları derken kastımız kürt ırkçılığı yapanlardır. Biz Kürtler böyle yapıyor demiyoruz ki Müslüman Kürt kardeşlerimize bir hakaret olsun.
 Biz Türk ırkçıları tabirini de kullanıyoruz. Bunu kullanırken de tüm Türkleri değil sadece ve sadece Türk ırkçılığı yapanları kastediyoruz.
 Aynı zamanda biz ZAZA IRKÇILARI tabirini de yeri geldiğinde kullanıyoruz. Zira ırkçılık yapan bizim soyumuzdan da olsa netice de ırkçıdır. Biz de onun karşısındayız.
 Kürt/ Türk/ Zaza ırkçıları derken ki kastettiğimiz mâna Bediüzzaman Hazretlerinin kastettiği MENFÎ MİLLİYETÇİLİKtir.

ESKİ MÜSLÜMAN HASTALIĞI: AKINTIYA KAPILMAK

Dikkat çekici bir hal.
Bazı İslami site ve dergiler son zamanlarda eski Türk-İslamcı hastalığın bir benzerine bürünmüş olarak Kürt-İslamcı bir zihniyetle hareket etmektedirler. Bu site ve yazarların adını yazmak istemiyorum/ yazmıyorum.Ancak onların bu halinin Türk-İslamcı tezleri savunmaktan zerre kadar farkı yoktur.
 İslami olduğuna ve Allah rızası için hareket ettiğinden zerre kadar şüphe etmediğimiz bazı site/dergi ve benzerleri Kürt Irkçılarının tezlerini adeta İlahi Nas mış gibi doğru kabul ederek hareket etmektedirler. Zazacayı Kürtçe nin lehçesi saymaktadırlar.Kürtlerin içinden Kürt Irkçısı çıkmayacağını yazmaktadırlar. Dikkat ediniz bu tezler Kürt Irkçılığının temel tezlerindendir.
 1980'ler ve öncesinde düşünce tembelliğine tutulmuş samimi bazı müslümanlar tıpkı Türk ırkçıları gibi Kürt yok ; herkes Türktür diyorlardı ve yanlış yapıyorlardı.
 Ne yazık ki eski hastalık şimdi bazı muhterem ve mübareklerde Zaza yok; herkes Kürttür şekline dönmüştür.
 Allah tan korkun. Bu yazdıklarınızın ve yaptıklarınızın hepsinin hesabını ahirette vereceksiniz. Zazaların haklarını çiğnemek de bir hakkı çiğnemekten başka bir şey değildir.
 Ahirette zerre miktar iyilikten de zerre miktar kötülükten de hesaba çekileceğiz.
 Bu durum şunu da gösteriyor Ey Zaza kardeşim. Sen sana sahip çıkmazsan halin gerçekten yaman olacaktır. Herşeye rağmen ve her halde elbetteki Müslüman kardeşlerimizin yanında olacağız. Ancak kendi haklarımızı da sonuna kadar savunacak ve Allahın izniyle elde edeceğiz.
 O site /dergi ve dernekler bir an önce kendilerine bir çeki düzen vermelidirler. Aksi takdirde hem ahirette onlardan davacı olacağız hem de bu dünyada İslami eksenleri kaymış olacaktır..

HAMİŞ: Onlar kimler mi ? Zazaca Kürtçenin bir lehçesidir cümlesi olan yazıları ve Kürtlerin içinden Kürt Irkçısı çıkmaz diyenler ile Zaza Kentlerinde Kürtçe Kursu düzenleyenler ve Zaza Kentlerinde Kürt Sorunu konulu paneller düzenleyenler/ düzenlemiş olanlardır.
 
WESAR OMER SEN
 

18 Aralık 2011 Pazar

ÖZGÜR ZAZALAR

BİZİM LOGOMUZ

MILA EHMEDE ĞASİ


Molla Ahmede Ğasi
Zaza toplumunda yetişmiş değerli İslam âlimi..

23 Mayıs 2011 Pazartesi

Seydayê Ğasî, Osmanlı döneminde Diyarbakır ve çevresinde müderrislik, imamlık ve müftülük vazifelerinde bulunmuş, Osmanlının son dönemlerinde İttihat ve Terakkicilerin zulmüne maruz kalmıştır. Ziya Gökalp gibi materyalist, laik zihniyetlilere sürekli muhalefet edip reddiyeler yazmış, Cumhuriyet’in keskin muhaliflerinden olmuştur. Melayê Xasî, halkın yüzyıllardır süregelen İslami geleneklerine bağlı kalmaları için çaba sarf etmiş ve şark edebiyatının şaheserlerinden “Zazaca Mewlid” telif ederek büyük bir manevi miras bırakmıştır.

Mela Ahmedê Ğasî, 1866 yılında Diyarbakır-Lice’ye bağlı Hezan Nahiyesinin Ğas Köyünde dünyaya gelmiştir. Medrese eğitimine Babası Molla Hasan’ın yanında başlayan Melle Ahmed, bölgedeki değişik Kürd medreselerinde eğitim görmüştür.
Melayê Ğasî, Seydayê Ğasî, Mela Ahmedê Ğasî isimleriyle tanınan Seyda, Zazaların en meşhur ve en sevilen âlimlerinin başında gelmektedir.
Ahmedê Ğasî, Hezan’da Molla Mustafa Hatib isimli âlimin yanında ve Pêçar Köyünde bir müddet eğitim gördükten sonra Diyarbakır’a gelmiş ve ilim tahsilinin büyük bir kısmını Diyarbakır Ulu Camiinin yanındaki tarihi Mesudiye Medresesinde Müftü Hacı İbrahim Efendi’nin yanında yapmış, ilim icazetini de mezkûr şahıstan almıştır.

Osmanlı döneminde bölgede yaptığı vazifeler

O dönemde resmi olarak kullanılan hicri/şemsi takvime göre Seyda’nın icazet aldığı tarih 1320’dir. 1330 tarihine kadar Osmanlı kurumlarında değişik memuriyetlerde bulunan Seyda, 1330 tarihinde Diyarbakır merkez müderrisliğine tayin edilir. Bir süre bu görevi yürüttükten sonra 1331’de doğum yeri olan Lice’nin Hezan nahiyesine müderrislik görevini naklettirir. Bu vazifede de bir müddet kaldıktan sonra boşalan Lice müftülüğüne tayin edilir.

Seydayê Ğasî, Lice Müftülüğünde iki yılı aşkın bir süre hizmet ettikten sonra Hilafetin kaldırılıp Cumhuriyetin kurulması sebebiyle görevinden istifa eder. Kendisine “Neden istifa ediyorsun?” diye sorulduğunda, “Şimdiye kadar bulunduğum makamda hâkim Kur’an idi. Şu andan itibaren Kur’an me’mur oldu. Ben ondan başkası ile hükmedemem” der. Seyda’nın doğum yeri olan Hezan Diyarbakır’ın ulema ve meşayıhıyla meşhur bir nahiyesidir. Şeyh Abdulkadirê Hezanî ve Norşin’li Şeyh Diyauddin’in halifesi Molla Muhammed Selim de burada yaşamıştır. Seydayê Ğasî müderrislik tayinini buraya istemiş ve burada halkta etki bırakmış bir hizmette bulunmuştur. Onun etkisi sadece Lice bölgesindeki Zaza halkla sınırlı kalmamış, Bingöl ve Siverek topraklarındaki Zazalara ve Diyarbakır halkına da sirayet etmiştir. Vefatı üzerinden onlarca yıl geçmesine rağmen bölgedeki yaşlılar günümüzde dahi konuştuklarında özellikle İslami meselelerde Seydayê Ğasî’den çokça misaller verirler.

Seyda’nın tasavvufî yönü
Seyda, muttaki, şer’i meselelerde tavizsiz bir âlim olmakla birlikte latifeyi seven bir mizaca sahipti. Yaptığı latifeler genelde mantık ve felsefeye dayalı olurdu.

Seyda, tasavvufi eğitimini Nakşibendî şeyhi, Şeyh Abdulkadirê Hezanî’nin yanında tamamlayıp hilafet almış, fakat etrafında mürid toplamamış, ilmi çalışmalarla meşgul olmuş ve sivil bir tarzda, halk içerisinde irşad ve tebliğde bulunmuştur. Dolayısıyla Seyda’nın tasavvufi yönü pek meşhur değildir. Lakin muttaki kişiliği herkes tarafından bilinmektedir. “Tezkire-i Meşayihi Amid” isimli eserinde M. Şefik Korkusuz; “Şer’iye Sicil Arşivinde araştırma yaptığım zaman, iki bine yakın dosya inceledim, dosyalarda kendilerinden muttaki ve ehli zühd olarak bahsedilen ender iki veya üç kişiden biri Seyda idi.” demektedir.

Seyda’nın öne çıkan diğer bir yönü ise çağdaşı Salih Begê Hênî gibi çok kültürlü oluşudur. Kendi ifadesiyle Kirmancî ve Zazaki'nin yanı sıra Türkçe, Arapça ve Farsçayı da gayet iyi bir şekilde, hatta bu dillerde şiir yazabilecek seviyede bilmektedir. Ayrıca zamanını iyi okuyabilen bir şahsiyettir.

İttihat ve Terakkicilerin zulmüne maruz kalması

Melayê Ğasî, kendi dönemindeki İttihat ve Terakkicilere sürekli muhalif olmuş, birçok defa tartışmıştır. Bir gün Ulu Camiinde Cuma namazından evvel ittihatçı düşünceye sahip olan vaiz, verdiği vaazda “Va’tesimu bihablillahi cemîa” “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın.” (Âl-i İmran,103) ayetini tefsir ederken ayeti yanlış anlamlar ile yorumlar, Seyda; “Sen Allah’a iftira ediyorsun, o ayetin tefsiri öyle değil.” diyerek itiraz edince, İttihatçılar ayağa kalkıp üzerine yürümeye başlar, o anda camide bulunan eski belediye reisi Hacı Niyazi Efendi ve bazı beyler hemen silahlarını çekip Seyda’nın etrafını sararak; “Seyda’nın kılına dokunanın cesedi yere düşer.” diye bağırınca diğerleri dururlar. Bu olaydan daha evvelde yaşanan bazı ihtilaflardan dolayı ittihatçı Ziya Gökalp ve arkadaşları, Seydayê Ğasî ve bazı şahısları İstanbul’a şikâyet ederler.
İttihatçı hükümet Seydayê Ğasî ve şikâyet edilenlerin tümünü 1909 yılının Mart ayında Rodos adasına sürgüne gönderir. Melayê Ğasî sürgüne gönderilişini şöyle anlatır; “Ben evde iken bir gece kapım çalındı, açtım, bir memur, “efendim, vilayette ehli ilim bir meseleden dolayı çıkmaza girdi, sorunun çözümü için vali bey sizi rica ediyor.” Ben de hemen gider gelirim düşüncesiyle ceketimi omuzlarıma attım ve elimde sigaram yola düştüm gidiş o gidiş. Hemen o gece sürgüne gönderildik.” Seyda iki yılı aşkın bir süre sürgünde kalır, bu müddet zarfında özellikle hazırlıksız bir şekilde sürgüne gönderildiği için maddi açıdan bayağı sıkıntı çeker. O dönem tahta olan Sultan Reşad’a aslı Farsça olan bir beyit yazıp imzalar ve gönderir. Sultan, gönderileni okuyunca Seyda’yı çağırır ve serbest bırakır.

Mela Ahmedê Ğasî, ittihatçılardan Ziya Gökalp ile materyalist fikirlerinden dolayı çokça tartışmış, ona reddiyeler yazmıştır. Lakin Seyda’nın reddiyelerini hangi dergilerde yayınlattığını bilmemekteyiz. Seydayê Ğasî’nin dediğine göre Z. Gökalp en son Kürdçe yazdığı makalesinin sonuna “Hikmeta vî dinyayê, li aqlêmin û Ğasî ra nayê.” “Benim ve Ğasi’nin aklı dünyanın hikmetini anlayamaz.” şeklinde bir ibare yazmış ve bir daha da Seyda’ya cevap vermemiştir.

Şeyh Said hadisesinde Seyda’nın adına rastlanmamaktadır. Seydayê Ğasî, Cumhuriyetin ilanından sonra, Hezan’da kalmış, halkın maddi ve manevi sorunlarıyla ilgilenmiştir. Rejimin her zaman sert bir muhalifi olan Seyda’nın Şeyh Said Kıyamında olmayışı, kıyamın kısa sürede patlak verişiyle yorumlanabilir. Kıyam için teşkilatlanma sorunu aşılsaydı, Seydayê Ğasî’ye davet gönderildiğinde katılmayacak bir kişilik değildi. Şeyh Said, Kıyam davetinde etraflarındaki kalabalıklardan ötürü şeyh ve ağalara öncelik verilmişti. Melayê Ğasî’de şeyhlik yapmadığı için belki kıyam daveti ona ulaştırılamamış da olabilir.

Zazaca MEWLİD


Bazı Kırdasi mollalar zaman zaman Melayê Ğasî ile şakalaşırlar. “Siz Zazaların kültürel birikiminiz var mı? Bizim sayısız edebi eserlerimiz var.” derler. Seyda üzülür; “Bekleyin size göstereceğim” der ve bir Cuma günü Cuma namazından sonra evine kapanır, yazmaya başlar. Diğer Cuma günü namazdan evvel bitirip çıkar, o âlimlere eserini gösterir “Alın size Zaza edebiyatından küçük bir numune” der. Mevlidi inceleyenler biraz hayret eder ve Seyda’yı tebrik ederler. Mevlid 1900 yılında 400 adet basılmıştır. Bu mewlidin dışında eski Siverek müftüsü Osman Efediyo Babij ve bazı mollalar da mewlid yazmışlar fakat Seydayê Ğasî’nin mewlidi kadar edebi seviyesi yüksek ve meşhur olmamışlardır.

Süleyman Çelebi’nin yazdığı Türkçe mevlid ve Melayê Batehî’nin yazdığı Kürdçe mewlidin konu başlıkları Arapçadır. Lakin Melayê Ğasî yazdığı mevlidin konu başlıklarını dahi Zazaca yazmıştır. Eser, 756 mısradan müteşekkildir.

Seyda’nın mewlid dışında “Kitab’ut Tesdîd Bi Şerhî Muğteser’it Tewhîd” isimli eseri ve başka eserlerinin de olduğu söylenir. Bu eserlerin Urfalı Kemal Badıllı’ya verildiği ve 12 Mart Muhtırası zamanında torunu tarafından yakıldığı söylenir. Tabi Seyda’nın Arapça, Kürtçe yazdığı şiirleri günümüzde de mevcuttur. Arapça yazdığı bir şiirinde cumhuriyeti ve yapılan zulümleri eleştiren, yöneticilerin İslam’a göre durumunu sorgulayan sert bir üslup kullanmıştır.

Seyda, kalemini kullanma, kitabet yönüyle Ahmedê Xanî’ye benzemektedir. Ahmedê Ğanî nasıl ki halkta cehaleti ve kültürel eksikliği fark etmiş ve bunun telafisini halkın dilinde Allah inancı ve peygamber sevgisini anlatan ‘Eqîda îmanê, ‘Eqîda Îslamê, Nubihar gibi eserlerle yapmışsa, Melayê Ğasî de halktaki kültürel eksikliği yazdığı mewlid ve şiirlerle peygamber sevgisini aşılayarak izale etmeye çalışmıştır.

Mela Ahmedê Ğasî’nin hayatı hakkında detaylı bir bilgiye sahip değiliz. Fakat hakkında bilinenlere, ardından bıraktığı eserlere, şiirlerine baktığımızda, halk arasında oluşturduğu intibaha baktığımızda Seyda’nın selefleri gibi âlimliğinin hakkını veren, İslam’ı yaşatıp yaşatmaya çalışan bir şahsiyet olduğunu görmekteyiz.

18. 02. 1951 tarihinde Hezan’da vefat eden Seyda, burada defnedilmiştir. (Allah rahmetini esirgemesin. Homa ey rê zaf rehmet biko.)

(Melayê Ğasî’nin yazdığı (MEWLİDO ZAZAİ) Zazaca mevlidin başlangıç kısmından bir bölüm…)


Ez bi bismillahî ibtida kena. / Raziqê ‘aman û ğasan pîya kena.

Rebbî, hemd û şukrî ancağ to rê bê. / Kîbr û medh û feğrî pêro to rê bê.

Çende ray bê masiwa bê hemdê ma. / Labelê nêrê hisaban çendê ma.

Hemd û şukrê to eda qet nêbenê. / Ma ser a Rebbî, ti zanê, vînenê.

Halê miskîn û feqîr û naqisan; / rûreş û zerresîyahê zey hesan.

Her nefes de vacê, hemd û şukrê to. / Wacib o bêşubhe ancî heqqê to

Maneno îne ser o şukrê çiman; / dest û ling û pîya bi e‘ezayê bînan.

Key yeno ca Rebbî heqê şukrê to? / Ger ezel ra ta ebed ma zikrê to

Tim biker, qet ğafilî nêbin mudam. / Her mehalo ger eda ker ma temam

Labelê ma zanê rehma bêhisab, / to heta esta û ma bî dilkebab.

Wazenê ma lutfê to hergo hewe, / tim bi zarîyy û fiğan roc û şewe.

Ez qesem daîm bi zatê to kena, / hem bi yew-yew ez sifatê to kena.

Ger ebed yew hemdê to qet nêkero, / rehmetey to ancî yo go her bero.

Çunkî rehmey to bi qeybê yê bîya, / ger çiqa şermende û sînesîya.

Rebbî halê ma bi ğwu to ra ‘eyan, / lazimey hendî çîya vaco zuwan.

Ğaliqê ma tim ti yê, Barî Xuda! / Şafi’ê ma zî Muhemmed Mustefa!

Hendî ma Şeytanî ra perway çî yo? / Yo kû to ra tim bîyo, bêhêvî yo!

Ey birayê dînî, tim goşdarî bê. / Hem bi qelbê ğwu, bi xwu hêşyarî bê.

Key şima dî nameyê şahê şima / ame vatiş, sunnet o, vacê şima,

“Es-selatu wes-selamu ya hebîb, / daîma to ro bivarê ya tebîb!”

Wazenê ger ma ğelasîyya temam, / vatişê ma, es-selatu wes-selam.

MUALLİM SAİD HALİM

Odundan meyve


Odundan meyve
18 Aralık 2011 Pazar 13:20
Önce Fırıncı Abi geldi.

Sonra Çantacı Abi.

Yetmiş yaşını aşmış iki iyi insan, iki iyi dindar.

“Nurcular” diye tanınan cemaatin “öğrenci” kalmayı tercih eden bilgeleri onlar, bilgilerini tevazuun değirmeninde öğütmüş, hoşgörünün fırınında pişirmişler.

Benim gibi “ham ervahların” yüzüne gerçeği vurmuyorlar.

“İnançsızlığım” onları kızdırmıyor, şefkat ve üzüntü uyandırıyor yalnızca.

Kendilerine açılmış ışıklı pencereden bakamamanın büyük bir eksiklik olduğunu düşünseler de bunu söylemiyor, yalnızca dostluklarıyla sezdiriyorlar.

Büyük bir “gani gönüllülükle” benimle din konuşmaya razı oluyorlar.

Bilgileriyle ezmiyorlar beni.

Dindarlıklarını, inançlarını öyle gösterişli bir madalya gibi boyunlarına takmıyorlar, benim eksikliğimden kendilerine bir paye çıkartmıyorlar.

İyi dindarları seviyorum, onlarla konuşmayı seviyorum.

İyi bir dindar, dürüst ve güvenilir bir insan demek benim için.

Allah’ın cezalandırmasından değil, Allah’ı gocundurmaktan, kendilerini “yaratanı” yaptıklarıyla üzmekten korkuyorlar.

“İbadetlerini” yerine getiriyorlar elbet ama asıl ibadetin hayatın her ânını, kulun her “amelini”kapsadığını, her sözün, her davranışın, her ilişkinin ibadetin bir parçası olduğunu biliyorlar.

Dürüstlüğün, cesaretin, hoşgörünün, tevazuun, hakperestliğin dindarın vazgeçilmez özellikleri olduğunun farkındalar.

Allah’ı ve dini anlatışlarında bir neşe ve sevinç var.

Çantacı Abi diyor ki, “Allah odunla besliyor bizi.”

Yüzüne anlamadan şöyle bir bakıyorum.

Şaşıracağımı, anlamayacağımı bildiği için benim tepkimi muzip bir gülücükle karşılıyor.

“Allah” diyor, “odundan elma yapıyor, odundan üzüm yapıyor, odundan meyve yapıyor, bakıyorsun dallı budaklı bir odun duruyor toprağın üstünde, bir bakıyorsun o odunun ucunda kırmızı elmalar var.”

Ben her meyvenin bir mucize olduğunu biliyorum ama bunu “odundan meyve” diye tarif edince mucize gözümde daha iyi canlanıyor.

Allah’ın yarattığı her derdin “devasını” tabiatın bir köşesine sakladığından, kullarının bunu bulmasını beklediğinden konuşuyoruz.

Yaşamak, bulmak demek.

İnsanoğlu ağır ağır buluyor.

Hazır verilmiyor hiçbir şey.

Bunun bir amacı, bir nedeni var elbet.

Bir “dert” veriliyor, bir “derman” bulunması isteniyor.

Bilmiyorum ama sanırım tanrının en büyük emri tek kelime: “Ara.”

Aramamızı, bulmamızı istiyor.

Çünkü “tekâmül” etmek, gelişmek, olgunlaşmak, ilerlemek ancak aramakla mümkün, aradıkça yürüyoruz.

Bütün hayvanları mükemmel yaratan Allah, bir tek insanı bu mükemmellikten uzak tutuyor.

Verebileceklerinin hepsini vermiyor.

Onun yerine, insanın “arayabileceği” geniş bir arazi bağışlıyor ona, istiyor ki bu arazide tek başına yürüsün, arasın, bulsun, ilerlesin ve “yaratıcısını” bu ilerleme yeteneğiyle sevindirsin.

Bilmiyorum bunu söylemek günah mı, haddini aşmak mı ama bana tanrı hep büyük bir sanatçı gibi gelir, yarattığının “mükemmel” olmasıyla yetinmeyecek kadar büyük bir yaratıcı, yarattığının mükemmelliği kendi başına bulabilecek kadar mükemmel olmasını isteyen, kendi görkeminin, yarattığının bu mükemmelliği bulabilecek yeteneğinde billurlaşmasını arzulayan bir sanatçı.

Onun için insanın her arayışını, her buluşunu, Allah’ın aslında kendisine gösterilen bir saygı, yaratıcılığının rakipsizliğine bir alkış olarak değerlendirdiğini hayal ediyorum.

Körü körüne bir inancın, sığ bir cehennem korkusunun, bencil bir cennet talebinin, şekilci bir ibadetin onun gibi eşsiz bir yaratıcıya yetmeyeceğine, her büyük sanatçı gibi sadece kendisine değil,“yarattığına” da saygı ve hayranlık beklediğini düşünüyorum.

Bu saygıyı gösterenler, kendilerini sadece bir “kul” olarak değil aynı zamanda bir “eser” olarak da görüp, bu eseri hayatlarının her ânında mükemmelleştirmeye çalışanlar benim için iyi dindarlar.

Onun için seviyorum onları.

Onun için onlara güveniyorum.

Eksik olduğumu biliyorum, bu eksikliği tamamlamaya gücümün yetmeyeceğini de...

Ama iyi dindarlarla konuştuğumda, onlar, “mükemmele” yürüyen bir bütünün parçası olduğumu bana hatırlatan armağanlar oluyorlar.

Taraf